12 Ocak 2015 Pazartesi

İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit



Hangi Ahmet Ümit kitabını okusam tarihi mekânlara, kitabın geçtiği yerin tarihine hayran kalıyorum. Bu kitabı okumaya başladığımda herkes bana bayılacağımı söylemişti, gerçekten öyle de oldu. Tarihi yarımadayı elimdeki kitaptan aldığım notlarla tekrar gezmem gerektiğini düşünüyorum.  Bilmediğim birçok şeyi bu kitaptan öğrendim. Kitap yine başkarakterimiz Baş komiser Nevzat ve ekibinin şüpheli bir cinayeti araştırmaya başlaması gittikçe heyecanlı bir hal almaya başlıyor. Olaylar seri cinayetlere döndüğünde ise her ölümde yeni detaylar ve ipuçları ile kitabı elinizden bırakamaz hale geliyorsunuz. Bu arada cinayetlerin İstanbul tarihi yarımada diye adlandırılan yerlerinde geçmesi ,  o bölgedeki tarihi bilgilere ustaca yer veren Ahmet Ümit tarafından iyice süsleniyor. Katilin kim olduğunu elbette söylemeyeceğim ama bu okuduğum sanırım dördüncü Ahmet Ümit kitabıdır ve kendisi en sevdiğim oldu diyebilirim.

Altını çizdiklerim;

“İnsan istemese bile başkalarıyla karşılaşıyor, başkalarını seviyordu. Başkalarına duyulan sevgi ölenlere duyulan bağı azaltmamalıydı.” S- 18

“Kalbin attığı sürece vücut iyileşebilir. Oysa ruhun bir kez darbe aldı mı, o yara dikiş tutmuyor. Sonuna kadar kendi kendine kanamayı sürdürüyor. Ama öte yandan, hayat da devam ediyor.” S- 262

“Ölümü yoldaş seçenlerin ölümden başka kazanacakları zafer yoktur.” S- 441

Arka Kapaktan;

Byzantion'dan İstanbul'a uzanan, heyecan yüklü bir serüven...

Sarayburnu'nda, Atatürk heykelinin ayaklarının dibinde bir ceset, Avuçlarında antik bir pere.... Ama ne bu ceset son kurban, ne de bu antik para son sikke... Yedi kurban, yedi hükümdar, yedi sikke, yedi kadim mekân. Ve tek bir gerçek:  Bu şehrin gizemli tarihi.

"Şehre bakıyorduk denizden. Sisler içindeydi İstanbul... Sisler içinde deniz... Sisler içinde teknemiz. Sultanahmet'in minareleriydi görülen, Ayasofya'nın kubbesi, Topkapı Sarayı'nın kuleleri. Hiç yağmalanmamış, yıkılmamış, kirletilmemiş gibiydi şehir. Bembeyaz bir sisle örtmüştü doğa, ne varsa görüntüyü çirkinleştiren. Güneş doğmadan bir anlığına beliren bir hayal gibi... Büyülü bir bulut gibi... Bir masal imgesi gibi... Yeni kurulmuş bir kent gibi... Taze bir başlangıç gibi... Genç, umutlu, güzel...

İstanbul'a bakıyorduk denizden. Ölülerimizin yüzlerine bakıyorduk... Onların gözlerindeki kendi kederimize. Çaresizliğimize bakıyorduk, avuçlarımızda büyüyen zavallılığa, kanımızda filizlenen korkaklığa... Elimizden alman hayata bakıyorduk... Güneşli günlerimize, umut dolu sabahlara, eğlenceli bahar akşamlarına... Sönen anılarımıza bakıyorduk, ölen hayallerimize, yıkılan düşlerimize... Sönen anılarımızı, ölen hayallerimizi, yıkılan düşlerimizi yüklenip yorgun bir şilep gibi bizden uzaklaşan şehrimize... Şehrimizle birlikte yitirdiğimiz kendimize bakıyorduk..."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder