Kitap sıralamasında yaptığım bir karışıklık
dolayısı ile Mahir Ünsal Eriş’in ilk kitabını son sırada okudum. Daha önce
Olduğu Kadar Güzeldik isimli kitabını okudum ayrıca kendisini Ot Dergi’deki
yazılarını da takip ederim. Kitaplarında kullandığı samimi dili çok seviyorum. Bu
kitaptaki de iki üç sayfa kadar kısa ama bir o kadar güzel öykülerini bayılarak
okudum. Mahir Ünsal Eriş, o kadar içten ve dürüst yazıyor ki, sanki aynı
sokakta oturup sohbet edebileceğiniz birisiymiş gibi hissettiriyor size. Bir solukta okunan güzel kitaplardan. Nisan ayında
“Dünya Bu Kadar” isimli yeni kitabı çıktı Mahir Ünsal Eriş’in, en kısa zamanda
onu da okumayı planlıyorum.
Altını çizdiklerim;
“Her şeyin biteceği hakikatini
aklına getirmeyebilecek kadar çocuk olmak ne büyük mutlulukmuş meğer”
“Ölünce nasıl da eşyalaşıyor,
şeyleşiyor insan.”
“Ölmek ne bilmiyorum. Merak da
etmedim hiç. Yani iyi kötü bir fikrim var aslında, tam olarak ayrıntısını
bilmiyorum ama. Tatil gibi bir şey sanıyorum onu, taşınmak gibi, kesin bir şey.
Onu bir daha göremeyeceğimi biliyorum yine de fakat. Bu kadar ani olmasına,
böyle kaçar gibi olmasına üzülüyorum sonra, bozuluyorum biraz. Çağırsaydı ben
de giderdim belki?”
Arka Kapaktan;
Abim Atatürk'ü çok severdi, bense
Allah'ı. Babam, annemi ve Galatasaray'ı severdi, annem de Ringo'yu. Babam
yorgun bir adamdı. Gündüz vardiyasındayken her gün, çalıştığı taşocağında sanki
onca kayayı sırtına vurup ordan oraya sürüklemiş gibi, kalan son canıyla eve
gelir, çoğunlukla da tek kanallı televizyonun bitmek bilmeyen ana haber bülteni
sona ermeden uyuyakalırdı, akvaryumun karşısındaki ikili koltukta."
Yaz bitince kalabalığın günbegün
seyreldiği, ahalinin biz bize kalıp bıkkınlıkla merabalaşıp mahsunlaştığı, her
gürültünün ikindi vakti ağır usul söndüğü bir sahil şehrini düşünün...
Boş masaları döven yağmurları,
kirlenmiş kıyıları, eprimiş güneş şemsiyelerini... Buna, seksenli yılların
sakaletini, iğreti kaygılarını, katıksız korku olan çaresizliğini ekleyin.
Mahir Ünsal Eriş, bir sahilde oturmuş, can sıkıntısından esneyen, kendi çocukluğuna
bakıyor; renkli, yuvarlacık, pütür pütür bir çocukluk anlatıyor bize.
"Komen! komen!" diye ateş eden oğlan bebelerini, mobiletleri, leblebi
tozunu, Kaynanalar Parkı'nı, Kız Meslek'in kızlarını, Klinsmann'ı, Evrenos'u,
Allah'ın yanına aldığı iyileri, kale zindanındaki prensesleri resmediyor.
Yoksulluk, hoyratlık, yalnızlık,
gamsızlık, kırk mumluk sarı ampulün ışığında belli belirsiz görünüp,
kayboluyor. Merhamet, taşraya uğramadan Kaf Dağı'na gidiyor...
Canlı, anlatma iştahıyla dolu
yeni bir ses var karşımızda. Eriş, soba boyasıyla boyanmış hikâyeleriyle
edebiyat şehrengizinde...
Mağlup ama baştan kaybetmişliğini
bilen bir hınzırlıkla sırıtıyor okuruna...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder